Suçluyum Suçlu…


Çağımız insanı olarak her şeye yetişmeye çalışıp, herkes için, her şey olmayı hedeflerken, doğal olarak başarısız olduğumuzda, kadınlar mı yoksa erkekler mi kendini suçlu hisseder? Diyelim ki en yakın dostunuzun doğumgününü unuttunuz, iş yerinde bir meslektaşa istemeden kaba davrandınız, çocuğunuz zırıl zırıl ağlarken onu evde bırakıp eşinizle keyif yapmak için dışarı çıktınız… Bilin bakalım bu durumda kim kendini daha kötü hissediyor? Tabii ki biz kadınlar!

Yapılan çeşitli araştırmalar, bu tip durumlarda kadınların kendilerini nasıl perişan ettiğini pek güzel ortaya koyuyor. Birini incittiğini ya da hayal kırıklığına uğrattığını düşünen kadın iğneyi, çuvaldızı, kılıcı, Allah ne verdiyse her şeyi kendine doğrultuveriyor. Pişmanlık, suçluluk, kendine kızgın olma hali tecrübe ettiğimiz duygulardan birkaçı. Diğer insanlar bir yana, sanırım en çok kendimizi hayal kırıklığına uğratmaktan hoşlanmıyoruz. “Ah be kızım Ayça, daha iyisini yapabilirdin, ben seni böyle mi yetiştirdim?” içimizdeki annenin, içimizdeki çocuğu acımasızca azarlama yöntemi oluveriyor.

Cinsiyetlerle ilgili klişelerin gerçek olduğunu bilimsel kanıtlarıyla sunan makale ya da araştırmalara bayılırım. Kadınlar dırdırcıdır, dedikodu yapar, araba parkedemez, erkekler kabadır, aldatır, ne düşündüğünün sorulmasından nefret eder…gibi. Bu suçluluk konusunda ben de felaketim, kendi kendimi yiyorum, işin rengini bir anlayayım derseniz hem geçen gün bahsettiğim Brandwashed (Martin Lindstrom) kitabından, hem de yine kitabın içinde referans olarak gösterilen kaliteli bir makaleden (http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-1246219/Why-men-really-feel-guilt-women.html) faydalanabilirsiniz.

Makaleye göre gerçekten de kadınlar hemen her konuda suçlu hissetmeye, ezilip büzülmeye daha eğilimli. Erkeklerin pişmanlık hissettiği alanlar ise (aldatmak, birini kırmak ya da unutkan olmak gibi şeyler bekleyenlere kötü haberlerim var) daha çok aşırı yemek,içmek ya da spor yapmamak!! “Ah şu erkek denen kaba yaratık!” klişesine sarılmadan önce kadınların kendilerini nasıl hırpaladığına biraz daha detaylı bakalım.

Aynı araştırmaya göre sevdiği diziye vakit ayıran kadın bile suçlu hissedebiliyor çünkü beyninin arka planında bu dizi süresinde komşusuna yardım edebileceğini, ev işlerinin bir kısmını halledebileceğini ya da uzun zamandır telefon etmediği kayınvalidesinin hatırını sormak işini aradan çıkartabileceğini düşünüyor. Sonucunda mutsuz oluyor, surat asılıyor, tırnaklar (ve kocanın başının eti) yeniyor. Biz kadınlar da biraz abartıyor muyuz, ne?

Elbette bir kadın olarak, bizler için durumun neden böyle olduğunu bilimsel kaynaklara başvurmadan da az buçuk tahmin edebiliyorum. Üzerimizdeki baskı harbi yüksek. Yüzyıl önce sadece iyi bir eş ve anne olmamız beklenirken, şimdi bunlara ek olarak iyi bir kız arkadaş (Sex and the City ayarında), mükemmel bir çalışan (hey hala yeterince kadın CEO yok ortalıkta kızlar, hadi kaldırın popoları), sosyal bir kelebek (evinde partiler veren, şehrin en iyi mekanlarını bilen, buralarda vakit geçiren, bunu sosyal medyada avaz avaz bağıran) ve harbi güzel/bakımlı bir kadın olmamız bekleniyor (saçların boyası, tırnağın cilası tam olacak, selülitin izine rastlanmayacak, burun üstü gözeneklerin açıklığı ideal ölçüde olacak, o diyeti, bu diyeti ve şu diyetinden sırayla geçtikten ve iki çocuk doğurduktan sonra bile ideal vücut kitle endeksine sahip olunacak…vs). E hal ve baskı böyleyken, kendimizi olduğumuz gibi sevmek ve her daim yüzümüzde gülücüklerle gezmek pek kolay olmuyor.

Ancak kadın, erkek olayını bir yana bırakırsak çok şükür ki hepimizin birleştiği ve adına “insan olmak” dediğimiz bir üst kimliğimiz var ki, bu kimlik empati kurmayı, sosyal olmayı ve diğer hemcinslerimizin ihtiyaçlarına göre kendimize çeki düzen vermeyi içeriyor. Erkekler pekala bizim doğumgünümüze hamburgeri fazla kaçırmaktan daha fazla değer verebilir, biz ise sevdiğimiz diziyi izledik ve onun yerine ütü yapmadık diye kendimizi tokatlamaktan vazgeçebilir, birbirimiz üzerinde kurduğumuz anlamsız baskıların ve önyargıların bir kısmını rafa kaldırabiliriz. Konu her zamanki gibi aşırıya kaçtığımızı görebilmek, o vakit kendimize çüş diyebilmek ve dengeye gelebilmek. Bu gerçeği görebilmek için araştırmaya gerek yok belki ama uygulama taktikleri konusunda belki bilimden destek alabiliriz, ne de olsa hepimiz biliyoruz ki kadınlar Venüs’ten, erkekler Mars’tan. Pekiyi ya iki gezegen arasındaki köprüyü kurmak? Bugüne kadar okuduğum hiçbir makalenin cevap veremediği sorudur bu ve kuantum fiziği, karadelikler ya da okyanusların en dibinde yaşayan organizmaların yapısı kadar bilinmezdir şu an itibarı ile…

aychaist hakkında

Born and lives in İstanbul, writes short stories and publishes them in Turkish literary journals. Blog is mainly about stories and books but covers other personal interests too.

Ağustos 26, 2012 tarihinde Hayat, Kitap, İnsanlık Hali içinde yayınlandı ve , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. 6 Yorum.

  1. Ne guzel anlatmissin!…

  2. Her kadının içinde Mars, her erkeğin içinde Venüs var. Yin-yang, dişil-eril enerjiler de diyebiliriz. Sadece karşı cinsten empati beklemenin veya kendimize çeşitli iğneleri batırmanın ötesinde öncelikle kendimizdeki bütünlenmeyle işe başlamalıyız diye düşünüyorum, kadındaki erkeği erkekteki kadını ortaya koyarak. Sevgiler..

  3. Çok doğru bir yorum ve çok güzel ifade etmişsin, teşekkürler.
    Sevgiler

  4. Eline saglik canim.
    Keske anne olma cesaretini gosterenler, kendilerini suclu hissetmekten biraz nefes alip ogullarina biraz daha fazla egilseler ve empati, öz-bilinç gibi kavramlari kafalarina kazimaya calissalar…

aychaist için bir cevap yazın Cevabı iptal et